ÖLÜLER ALEYHİNDE KONUŞMAYINIZ
Gündemimizi meşgul eden yeni yeni olaylar çıkıyor. Yakın zamanda basınımızı, bizi, ekranlarımızı meşgul eden bazı olaylar üzerine görüşlerimizi uzaktan da olsa imalı ve işari tazda arzetmek durumundayız. Şöyle bir misalle konuya girmek istiyorum. Çoğunuz, belki köylüsünüz, belki de şehirlisiniz. Ama yine de köy hayatını bilirsiniz. Saatin olmadığı devirlerde vaktimizi gökteki ayla, ya da yerdeki horozlarla tespit ediyorduk. Gökteki ay, haccımızı, Ramazan'ımızı bize bildiriyordu. Ayın kaç olduğunu gözlerimize göstererek, yerdeki horozlanınız da bize ötmeleriyle namaz vaktinin yaklaştığını gösteriyordu. Horozlan şafak vakti kümeslerinde tutmak mümkün değil.
İnsanlar uyur, fakat horozlar uyumaz. Bakarsınız ki, her kümeste grup grup horoz sesleri yükseliyor. Ne diyor bunlar? "Şafak söktü, ey gafil insan, uyan! İbadet vaktidir, gaflete devam etme!" Horozların bu hayırlı işinden hepimiz sevinçliyiz ve memnunuz. Ancak, bazı horozların da başının kesildiğini görürüz. Düşünüyoruz da acaba neden kesiliyor? Vaktinden önce ötüyor da ondan. Ötmek günah olmadığı halde tutuyorlar, o horozun başım kesiyorlar. Dilimizde de "Zamansız öten horozun başını keserler" denilir. Neden atalarımız böyle demiş? "Zamansız ötmeyin, vaktinde konuşun. Söylediğiniz doğru olsa bile zamanında ve mekanında konuşunuz."
İrşad kitaplarında bir misal daha okumuştum;
Adamın biri daha mahkemeden girer girmez "Selamün aleyküm, kör hakim" demiş. Gerçekten de hakimin bir gözü körmüş. Bu hakim bir yolunu bulmuş, bu adama ceza vermiş, hapse attırmış. Hapistekiler sormuşlar:
"Ne diye hapsedildin?"
"Vallahi benim bir suçum yoktu. Ben de anlamadım, sadece içeriye girerken mezkur selamı verdim. Kör hakim dedim."
"Tamam anlaşıldı. Be adam hiç öyle selam verilir mi?" demişler.
Adam da, "Ama ben yalan söylemedim ki?"
"Olsun, söylediğin doğru da olsa hiç o mekanda o söz söylenir mi? İşte sonun böyle olur" demişler.
Buradan da aynı mesajı alıyoruz. Anlaşılıyor ki, söylenenler doğru da olsa, her yerde her yerde söylenmez. Onun zamanı ve mekanı uygun olmalı. Bu konuda yine Bediüzzaman Hazretleri şöyle der: "Her söylediğin doğru olmalı, ama her doğru her yerde söylenmez." Söylediğin zaman doğru söyleyenlere de zararın olur. Çünkü, daima birileri pusudadır. Her zaman istismar edebilecekleri durumu gözlerler. Onları ezelim, safdışı bırakalım diye. İşte böyle bir durumda, olayı istismar ederek karşı tarafı safdışı etmeye çalışırlar. Kendi ideolojilerini yerleştirmek için. Şayet, bir doğru onlara bir fırsatı veriyorsa o doğru,
doğru değildir. Onu söylemenin kendilerine vazife olduğunu düşünenler, çok dikkatli davranmak zorundadırlar. Müslümanların vakitsiz horozu ve de mahkemedeki doğru adam durumuna düşmemeleri gerekir.
Bir misal de saadet asrından verelim.
Efendimiz (a.s.m.) ashabıyla birlikte Taifte idi. Taifin civarında yüksek bir tepenin yanından geçiyorlardı. O tepede Ebu Cehil'den sonra ikinci derecede bir İslam düşmanının mezarı vardı. Ebu Uhayha. Sahabeler, mezarı görünce Ebu Uhayha'nın İslama düşmanlığını, menfi hareketlerini hatırladılar. O sırada Hz. Ebubekir söylendi. "Allah'ın lanet ettiği adam burada yatıyor, islam düşmanı burada." Bu arada, Ebu Uhayha'nın iki Müslüman oğlu bunları işitir. Rahatsızlık duyarlar.
Onlar da Ebubekir'in babası hakkında lanet okumaya başlarlar. "Allah ona lanet etsin, çok cimri birisi idi, evine hiç kimseyi almazdı" derler. O zamana kadar kardeşane bir muhabbetle ashabın süregelen bu durumu, Hz. Ebubekir'in Ebu Uhayha'ya laneti ve onun oğullarının da Hz. Ebubekir'in babasına laneti ile bir anda yaralandı. Araya nifak girdi. Kardeşlik duyguları zayıfladı. Hatta sözle sataşmalar dahi oldu. Ama sonuçta, Hz. Muhammed (a.s.m.) tarihi hadisini irad etti:
"Ölüler aleyhine konuşmayınız, Zira onlara bir zarar gelmez. Asıl zararı onun hayattaki yakınları görür. Diriler zarar görür. Aralarınız bozulur."
İşte halkımızın arasında çıkacak böyle bir tartışma da bize zarar verir. Zaten halkımızın arasında tartışma çıkartmak isteyenler var. O kadar ki, bunlar parayla adam dahi tutabiliyor. Tutulmuş adamı koyuyarlar sahneye. Bu adam da Müslümanlar adına bir takım ipe sapa gelmez laflar ediyor, provoke eyleme sebebiyet veriyor. İslam muarızları da bunu gayet iyi değerlendiriyor. "Müslümanları susturalım, onları bertaraf edelim, onları yok edelim" diyorlar. Bir adamın günahını bütün Müslümanlara teşmil ediyorlar. Peki neden bu adamlara bu fırsatı, bu zemini verelim?
Zaten, Efendimizin (a.s.m.) hadisi de buna işaret ediyor. Bu hadis sadece yukarıdaki olayla ortaya çıkmamış. Nice olaylar olmuş ki, Müslümanların dikkatli, şuurlu olmasını karşı tarafa imkân vermemesini istemiştir. Bu olaylar İslam düşmanlarına fırsat veriyor. Halbuki İslam bunu reddediyor.
Ebu Cehil İslamın düşmanıdır. Peygamberimiz (a.s.m.) Medine'de iken bile düşmanlığını devam ettirdi. En son Bedir'de dâr-ı mücazata gitti. Düşmanlığını oğlu devam ettirdi. Mekke'nin fethine kadar, ondan sonra da Yemen sahillerine kaçıp gitü. Mekke'nin fethiyle Efendimiz herkese af çıkardı. Yalnız İkrime'ye af çıkarmadı. Çünkü o çok büyük bir düşmanlık yapmıştı. Fakat İkrime'nin karısının ısrarı sonucu onu da affetti. Bunun üzerine hanımı Ümmü Hakim Yemen sabilerinden İkrime'yi alıp Mekke'ye getirdi. Bu Sırada Efendimiz ashabını ikaz etti. "Ölüler aleyhine konuşmayınız. Zira onlara bir zarar veremezsiniz. Diri olanlara zarar vermiş olursunuz. Ebu Cehil "aleyhinde konuşmayınız, o, ölüp gitmiştir. Fakat dünyada ona sempati duyan, onu sevenler olabilir. Bunların içinde İslama giren olabilir. Şayet, siz Ebu Cehil hakkında konuşursanız, o insanları İslamdan soğutabilirsiniz."
Tam bunları söylerken İkrime içeri girer. Peygamberimiz ayağa kalktı ve şöyle dedi: "Merhaba ey süvari, uzaktan gelen insan, buyur gel" ve onu kucakladı. O anda İkrime'deki küfür buzları eridi, kelime-i şehadet getirerek Müslüman oldu.
İkrime, ashabdan babası Ebu Cehil aleyhinde sözler beklerken ashabın susması, onun imanını daha da arttırdı. Çünkü babası İslama düşmanlık etmişti. Sonra da bu düşmanlığı kendisi devam ettirmişti. Fakat, Peygamberimiz (a.s.m.) ve ashab onu kabul edip kucaklamışlardı. Böylece imanı adeta çelikleşmişti. O kadar ki, bir ara elindeki kılıcı göstererek, "Ya Resulallah, bu kılıç şimdiye kadar sana karşı kullanıldı, fakat bundan sonra senin düşmanlarına karşı kullanılacaktır" diye feryad bile etmişti.
Peki, İkrime'yi böyle bir imana iten neydi? Peygamberimizin (a.s.m.) ikazı ve sahabenin ona uyması idi. Diyelim ki, ölüler var, fakat onları sevenler de var. Şimdi ölüler hakkında konuşup onların sevenlerini kızdırıp, aradaki mesafeyi daha da açmak mı lazım, yoksa kapamak mı? Peygamberimiz bile Ebu Cehil hakkında konuşturmamış. Çünkü, onu seven oğlu İkrime vardı.
O halde şu huzurlu vasatı, içinde bulunduğumuz vasati niye bozalım?
Ölülerin aleyhinde konuşmak, onları sevenleri karşımıza almak mantık gereği olamaz. Peygamberimiz (a.s.m.), Ebu Cehil, Ebu Uheyha aleyhinde konuşturmazken, biz neden ölülerin aleyhinde konuşalım, onu sevenleri karşımıza alıp bizden, islamdan soğutalım? Biz nefsimize uymayalım, beş vakit namazımızla, sevecen halimizle onlara örnek olalım, onların gönlünü alalım, ısındıralım. Şayet bu insanlar şimdi böyle ise o bizim bazı görevlerimizi yapmayışımızdan kaynaklanıyor demektir.